Perşembe, Şubat 23, 2006

İstanbul’un yeniden canlanan karoları

Hürriyet gazetesinin kanımca en başarılı muhabirlerinden biri olan Ersin Kalkan, çocukluğunun Balat’ını şöyle anlatır:

“Ben çocukken Balat'ta Garo Usta adında büyük bir usta yaşardı. Kapısında bir eski zaman tabelasında ‘Karocu Garo' yazardı. Çiniler ve yer karoları imal ederdi. Lazok mimarinin yayıldığı, Karadenizli ilk kuşak müteahhitlerin eski evleri yıkarak yerine apartmanlar diktiği dönemde Garo Usta'nun işleri azalmıştı. Dükkânda sinek avlamasının nedenlerinden biri de Garo'nun aksi tabiatlı bir adam olmasıydı. Her siparişi kabul etmezdi. Başından aşağı altın sikkeler de yağdırsanız, kafasına uymayan deseni çiniye işlemezdi. Bir pazar günü kiliseden döndüğünde dükkânının bulunduğu çıkmaz sokağı elinde son kalan çinilerle rengârenk döşeyip, kapattı atölyesini ve çok sevdiği işine veda etti. Altı ay sonra da öldü. Onun ölümünden birkaç ay sonra da belediye işçileri gelip ‘Çingene bohçasına döndü' iddiasıyla kaldırımlardaki çinileri söküp attılar. Oysa, o çamurlu Balat sokağı, ustanın çinileriyle bir sanat eserine dönüşmüştü. Garo’dan geriye hiçbir şey kalmadı…”

(…)

Çok değil, 1900’lerin başında, ıslak zeminlerde ve bahçeli evlerde kullanılan en şık ve en moda dekorasyon malzemesiydi desenli karolar… İlk olarak 1850’de Güney Fransa’da üretildiği bilinen bu karolar, hızla dünyaya yayılarak, özellikle Akdeniz havzasındaki ülkelerde yaygın bir kullanıma sahip oldu.

Çimento ve mermer tozundan elde edilen bir karışımın renk pigmentleri ile desenlerle bezendikten sonra yüksek basınç altında preslenmesi, mucizevi bir sonuç doğurmuştu. Bahçeler ve teraslar, estetik değeri son derece yüksek olan bu yeni malzeme ile renklenmeye başlamıştı.
Geçtiğimiz yüzyılın başında desenli karoların en iyi örneklerinin üretildiği yerlerin başında Barselona, Cenova, Napoli, Selanik ve İstanbul geliyordu. Barselona üretim miktarı ve kalitesiyle ün yaparken, İstanbul kenti desenlerinin güzelliği ile öne çıkıyordu. İstanbullu Rum ve Ermeni ustaların maharetli ellerinde can bulan rengârenk desenler; sadece Boğaziçi’nin yalılarında değil İstanbul’un dar sokaklı mahallelerinde de “çiçekler açmasını” sağlamıştı.

Kurtuluş’ta, Galata’da, Fener’de, Beyoğlu’nda bir eski zaman evinin kapısını açtığınızda, ayaklarınızın altında ansızın açan bu çiçekler, 1950’lerden itibaren plastik esaslı ucuz malzemelere ve marleylere yenilmeye başladı.

Bu sanatın son temsilcilerinden biri olan “Garo Usta” da gidince, İstanbul’un güzelliklerinden biri daha kaybolmuştu. Ta ki, Zekai Bostancı tarafından kurulan Mavi Pencere Atölyesi, uzun yıllar süren bir çalışma sonrasında eski desenli karoları İstanbul’un ve Anadolu’nun eski konaklarından bulup, yeniden kalıplarını çıkarana kadar…

Yıllarca arşiv çalışması yaparak, 120 kadar kaybolmaya yüz tutan eski deseni yeniden canlandıran Mavi Pencere Atölyesi’nin geçmişi 1975’e uzanıyor. Bu desenleri kalıplara aktararak günümüz teknolojinin olanaklarıyla üreten bu atölyenin ürettiği çiniler, sadece İstanbullu zevk sahibi ev sahiplerinin değil, dünyaca ünlü pek çok mimar ve tasarımcının da gözbebeği.

Mavi Pencere’nin kurucusu Zekai Bostancı, 1990’lardan itibaren Türkiye’nin dört bir yanındaki konak ve eski evlere girerek zamana yenilmekte olan çinileri fotoğraflayıp biriktirmiş. İş çinileri arşivlemekle bitmemiş elbette, bu karoların çok hassas olan kalıplarını nasıl çıkarıldığını öğrenebilmek için Milas’tan Afyon’a, Kastamonu’dan Safranbolu’ya kadar ziyaret edilmedik usta bırakılmamış. Sonunda bir “Bayram Usta” bulunmuş, eski usul karoların sırrını bilen. Kalıptan başarılı bir şekilde çıkarılan ilk karolarla da Kadıköy’deki dükkânlarının zemini döşenmiş ve buranın da adı “Çinili Kafe” olmuş. Çinili Kafe’yi muhtemelen duymuşsunuzdur, burası Kadıköy’ün bugün sembol buluşma noktalarından biri...

Çinili Cafe’nin rengârenk çinileri, bir süre sonra sayısız siparişin yağmasına neden olmuş. Bir süre sonra Mavi Pencere’nin en önemli işi olmuş, Osmanlı döneminin zevkini ve Rum ve Ermeni ustaların el becerilerini taşıyan bu karoları bulup, yeniden can vermek...

Mavi Pencere şu an çalışmalarına iki atölyede devam ediyor. Dışarıda istedikleri hassasiyette kalıp yaptıramadıkları ve ayrıca pahalıya patladığı için bir kalıp atölyesi de oluşturmuşlar. Bu sayede kalıp sayıları da artmış, isteğe göre bu karolar farklı renklerde de ürün çıkarabiliyor. Üstüne üstlük Mavi Pencere’nin karoları daha yüksek basınçla preslendiğinden ve içeriğinde bazı beton kimyasalları bulunduğundan daha sert ve emiciliği daha az. Kullanılan çağdaş pigmentler mor ötesi ışınlarına dayanıklı olduğundan, 60-70 yıl önce üretilen karoların aksine, renkleri solma tehlikesi olmaksızın açık alanlara ve banyo gibi ıslak mekânlara döşenebiliyor.

Eğer evinizi, banyonuzu ya da varsa balkonunuzun kaplamasını değiştirmek isterseniz, Mavi Pencere’ye bir uğrayın derim.

Bakalım, çocukluğunuzdaki hangi motifleri hatırlayacaksınız?

Pazar, Ekim 09, 2005

Az gittik uz gittik,
mobilyada nereye gittik?


13-18 Eylül tarihleri arasında düzenlenen Design Week, Türk mobilya sektörü adına olumlu bir adımdı ta ki akıllara şu soru düşene kadar: “Dünyada biz bu sektörün neresindeyiz?

Tekstil ve otomotiv kadar büyük olmasa da, mobilya sektörü belki de Türkiye’nin üçüncü büyük sektörü haline gelebilecek potansiyele sahip. Sektör, bugün toplam ihracat içinde binde 5 gibi çok küçük bir yer tutmasına karşın, dünya pazarı, Türk mobilya sektörünün önünde bakir bir alan gibi görünüyor.

Türkiye mobilya ihracatı istikrarlı bir büyüme trendi gösteriyor. 1996’da 75 milyon dolar olan ihracat, 2000 yılında yüzde 116’lık artışla 162 milyon dolara ulaşmıştı. Sektörün Avrupa ülkeleri ağırlıklı olmak üzere yakın komşularımıza yaptığı ihracatın son yıllardaki hızlı artışı ile bu rakam, 2003 yılı itibariyle 400 milyon doların üzerine çıktı. Bunun yanı sıra, sektörde ihracata yönelik çalışan firmaların, pazarlarını da hızla genişlettiği gözleniyor. 1999’da Türkiye’den mobilya ihraç edilen ülke sayısı 109 iken, bir yıl sonra bu sayı 125’e yükseldi.

Biraz da şehirlere bakalım. Son araştırmalara göre, Türkiye’nin toplam mobilya üretim kapasitesinin yüzde 23’üne sahip olan İstanbul birinci, Ankara ikinci sırada yer alıyor. Bu iki şehrin dışında Bursa, Bolu, Eskişehir, Kayseri, Sakarya, Zonguldak, Trabzon, Balıkesir, Antalya, Burdur ve Adana, mobilya sektörünün öteki önde gelen üsleri.

Ikea’nın Türkiye pazarına girişi
İnşaat sektörünün canlanmasıyla yeni konut satışlarında yaşanan artış, mobilya pazarına da yansıdı. Bunun sonucunda mobilya sektörü son dört yılda yüzde 20 büyüyerek 3 milyar 500 milyon dolarlık hacme ulaştı. Bu da, canlanmadan pay almak isteyen Ikea, Adress gibi sadece mobilya üzerine faaliyet gösteren alışveriş merkezlerinin Türkiye pazarına girmesine yol açtı.

Mobilya sektöründe yaşanan canlanmayı, yeni trend mobilyalar da etkiledi. Mobilyada yaşanan tarz değişimi, 3 milyar dolarlık pazarın yüzde 20 büyümesini sağladı. Türkiye mobilya sektörünün açılabileceği pazarlar arasında Avrupa en önde geliyor. 1998’de 74 milyar avroluk cirosu olan Avrupa Birliği ülkelerinde, mobilya tüketiminin gelecek birkaç yıl içinde daha fazla büyümesi bekleniyor.

Türkiye, en çok İtalya, Almanya ve Fransa’dan mobilya ithal ediyor. Uzmanlara göre, dünyanın en büyük üreticisi ve ihracatçısı konumundaki İtalya’nın tasarımlarıyla Türk pazarında kabul görmesi, Türkiye’deki tüketici kitlesi hakkında da bilgi veriyor. Kısacası, artık Türkiye’de de kaliteli ve iyi tasarımlı mobilyayı tüketebilecek geniş bir kesim var.

Türkiye’de mobilya sektörü dünya pazarlarına sadece mal satarak açılmıyor; ithalat da istikrarlı bir şekilde gelişiyor. Türkiye 1996’da, 125 milyon dolar ödeyerek, yaklaşık 19 bin ton mobilya ithal etti. Beş yıl sonra bu rakamlar 181 milyon dolar ve 35 bin tona yükseldi. Özellikle A ve A+ olarak adlandırılan üst kesimin alım gücüne sahip olduğu ithal mobilya, trendleri ve tasarımlarıyla Türk pazarının da gelişmesini sağladı. Mobilya satışı son dönemde kredi kartlarına yapılan taksit sistemi ile daha da yükseldi. Akıllıca kullanıldığı takdirde bu taksit sistemi, B, B+ ve C+ alım grubunun iyi tasarlanmış mobilyaya ulaşımını sağlayabilir...



Kaynak ve alıntılar: TurkishTime

Perşembe, Eylül 29, 2005

Eva Zeisel,
99 yaşında
ve hâlâ tasarım yapıyor

99 yaşında düzenli olarak tasarım yapmaya devam eden Eva Zeisel, tasarımı sanatla bütünleştiren bir isim. Tasarımları birer yapıt niteliği taşıyan Zeisel'in çalışmalarını izlerken, bir tabloyu ya da heykele bakıyormuşum hissine kapılırım. Yaşadıkları, çalışmalarına yansıyan tasarımın bu hüzünlü ustasının çarpıcı bir hayat hikayesi var...

1906’da Budapeşte’de doğan Eva Stricker, 17 yaşında ressam olma niyetiyle Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi'ne girdi. Fakat annesi güzel sanatlar riskli olduğundan, hayatını kazanması için ticaret öğrenmesi yönünde baskı yapıyordu. Böylece Eva, geleneksel çömlekçiliğin ticaretini öğrenmeye başladı. Genç çırağın ticaretteki hayatı her zaman kolay ve kazançlı değildi, fakat Eva vazgeçmedi ve kalfalığa terfi etti. Bundan bir yıl sonra çalışması Philadelphia Sesquicentennial’da gösterildi ve burada adından söz ettirdi.

Bundan sonra Budapeşte’de Kispester fabrikasında tasarımcı olarak çalıştı. Sonra ticaret gazetelerine kalfalığa terfi ettiğinin ve iş aradığının ilanını verdi ve birçok teklif aldı. "Neden diğerlerinden farklı olanı seçtiniz?" diye sorulduğunda, “Çünkü evden en uzakta olan oydu” diye cevapladı. Tecrübesini ve yeteneklerini geliştirmek için seyahat etmek istiyordu. Berlin’e taşındı, Hamburg ve Avrupa’daki fabrikalara gitti.1932’de birçok idealist genç sanatçı ve entellektüelin yaptığı gibi, yeni artistik ve sosyal hareketi tecrübe etmek üzere Rusya’ya gitti. Tecrübeli bir endüstri tasarımcısı olarak, seramik endüstrisinin modernizasyonunda pozisyon teklif edildi, buradaki yaratıcılığı ve dinamizmi onu ayakta tuttu. Merkezi bir imalathane için verilen çabaları anlamak ve koordine etmek için Rusya’nın birçok yerine seyahat etti, ki bu imalathane halkın evine de porselen sokacaktı. Çabaları takdir gördü ve kısa bir süre sonra Leningrad’daki Lomonosov fabrikasına transfer oldu (Çarlığın porselen fabrikası). Bu, onun bütün ülkede porselen ve cam endüstrisi sanat direktörü olmasını sağladı.

Buna rağmen, 1936’da Stalin’in hayatına komplo kurmaktan suçlanarak tutuklandı. Çoğu hücre hapis olmak üzere, 16 ay NKVD (Eski KGB) hapishanesinde yattı. Beyin yıkama, işkence ve her yeni günün kendisi için son olacağı düşüncelerine maruz kaldı. Sonra birgün umulmadık bir şekilde hücresinden çıkarıldı, idam korkusunun aksine kendisini Avusturya’ya giden bir trende buldu. (Arthur Koestler, en yakın dostu, “Gündüz Karanlığı” kitabında Zeisel’in hapishane günlerini yazdı). Nasıl hapse girmesinin sebebini bilmiyorsa, çıkma sebebini de hiçbir zaman bilemedi.

Anschuss döneminde Avusturya’yı terketti ve İngiltere’ye gitti ve orada kendisini yedi sene bekleyen Hans Zeisel ile evlendi. Sonra 1938’de sürekli kalacakları New York’a gittiler.

Birleşik Devletler’deki ilk tasarımları Sears ve Roebuck içindi. Ondan sonra Hall China, Red Wing China, Castleton China, Norleans Meito (Japonya), Western Stoneware, Hyalyn, Phillip Rosenthal (Almanya), Mancioli (İtalya), Federal Glass, Heisey Glass, Noritake (Japonya), Nikkon Toki (Japonya) gibi birçok firma için tasarımlar yarattı.


Zeisel mesleki saygınlığını ve tanınırlığını Castleton China ve Modern Sanatlar Müzesi’nin komisyonuna girerek arttırdı, tasarımı olan bir dizi yemek takımı 1947’de Modern Sanatlar Müzesi’nde sergilenmiştir. 1982’de Sanat İçin Ulusal Bağış Fonu’ndan Senior ödülünü aldı ve 1984’de Montreal’de sponsorluğunu the Smithsonian Institution Traveling Exhibition Service ve Musee des Arts Decoratifs’in üstlendiği gezici serginin konusu oldu. 1939’dan 1952’ye kadar Brooklyn’deki Pratt Enstitüsü'nde seramik sanatları ve endüstriyel tasarım öğretti.

Brohan Museum, Berlin; The British Museum; The Brooklyn Museum; the Metropolitan Museum of Art; the Museum of Modern Art; the Victoria and Albert Museum ve daha birçok müzede çalışmaları bulunuyor. Birçok müzede geçmişle ilgili çalışmalarının yanı sıra çok sayıda ders verdi ve iki onursal doktorası var.

Nisan 2004’de Budapeşte’deki bir sergisinde şövalyelik ünvanına eş değerde bir madalyayla ödüllendirildi.

Kasım 2004’de kraliyet endüstri tasarımcıları tarafından kraliyet tasarımcısı olarak ünvanlandırıldı. Bu ödül İngiltere’de İngiliz vatandaşı olmayan bir tasarımcının alabileceği en yüksek övgülerden biridir.

2004’de bir sergisi Knoxville Museum of Art’da sergilendi, bundan sonra Milwaukee Art Museum’a sonra da 2005’in başlarında Washington’daki Hillwood Museum’a gitti bu sergi.
Son çalışmaları Pecs’deki Zsolnay Fabrikası ve Budapeşte’deki Kispester-Granit, aynı zamanda Amerikan firmaları KleinReid, Nambe&Orange Chicken için yaptığı tasarımları içermektedir. Modern Sanatlar Müzesi ve Metropolitan Müzesi onun ilk çalışmalarının yeni yorumlarını sergiledi.

Pazartesi, Ağustos 22, 2005

Işığın sihirbazları

İç mimaride önem kazanan lambalar, günümüz tasarımcıların yaratıcılıklarıyla aydınlatmanın ötesine geçerek sanatsal birer objeye dönüştü.


İç mimari uygulamalarda aydınlatma önemli bir faktördür. Yaşadığımız mekân iyi aydınlanmıyorsa en başta algı zorlaşır, uyku düzeni bozulur ve ayrıntılar yok olur. Aydınlatma sorununa önem veren iç mimarlar, artık mekân-aydınlatma ikilisini birlikte düşünerek proje uygulamaları yapıyor. Bu da zaman içinde mekânla uyum içinde olan aydınlatma elemanlarının, tasarımlarıyla aydınlatmanın ötesine geçerek, sanatsal birer objeye dönüşmesini sağladı.

Aydınlatma elemanlarında estetik ve tekniği birlikte kullanan Ingo Maurer, Tom Dixon, Marcel Wanders, Patrick Norguet, Aldo Cibic gibi tasarımcılar, günışığına rakip olan yapay ışığa şekil veriyorlar. Bu rekabet ortamında özellikle Ingo Maurer, Patrick Norguet ve Marcel Wanders bayrağı önde taşıyan isimler...


İlk aydınlatma sistemini 1965 yılında kuran Ingo Maurer, ürettiği lamba ve avizelerle sektörü ve tüketiciyi şaşırtan ve büyüleyen bir tasarımcı. Giderek artan bu beğeni, Maurer’in aydınlatma tasarımlarının, Philadelphia Sanat Müzesi Colab’s Design Excellence ve Georg Jensen gibi ödülleri almasını sağladı...

Benim Ingo Maurer’le ilk tanışmamsa, Derin mağazasında “Birdie” tasarımını görmemle oldu. Ampule incecik bir tel ve kuş kanadı ekleyerek aydınlatma tasarımına romantizm yükleyen Maurer, “Fly Candle Fly” tasarımında bu model için özel üretilen ince iplerle mumları havada asılı tutuyordu! Bu mumlar, Maurer’in muhteşem yaratıcılığının ürünü...

Kendisine “ışık sihirbazı” diyebileceğim ikinci isim ise, üfleyerek yanıp söndürülen kandiliyle Marcel Wanders. Yatak başucu için tasarlanmış “Blo”, gece kitabını okuduktan sonra yerinden kalmak istemeyenler için ideal bir ürün. Eski tip kandil formunu, günümüz teknolojisi ile tasarlayan Wanders, “Blo”ya üflendiği zaman yanan, üflendiğinde sönen bir özellik eklemiş. Maurer ve Wanders gibi Türkiye’de de başarılı ışık sihirbazları var; Aylin Gümüşoğlu, Şebnem Öztürk, Deniz Tunç, Aslı Kıyak, Merve Kitapçı, aydınlatma tasarımı yapan isimlerden bazıları...

Yaşadığınız mekâna farklılık katan, dekorasyonunu bütünleyen bu özel aydınlatmaların haricinde, butik aydınlatma mağazalarında kişiye özel (yani tek) ürün bulma avantajınız da var. Lin Aydınlatma, 5/1 Nişantaşı, Elements, Phare, Bishop gibi mağazalar, özel tasarım aydınlatma bulabileceğiniz adreslerden bazısı. Ingo Maurer ve diğer ünlü tasarımcıların çalışmalarını görmek ve satın almak için Derin, Mozaik, Mood ve Kartell gibi markaları tercih edebilirsiniz.

Salı, Ağustos 16, 2005

Tasarımcı olunmaz, "doğulur"

İçindeki hayal gücünü kullanarak dünyaca ünlü Moroso, Zeritalia ve Cappellini firmalarına tasarım yapan Aziz Sarıyer, bugün dünyanın en iyi 100 tasarımcısından biri.


“Hayal gücü bilgiden önemlidir” diyen Türk tasarımının duayeni Aziz Sarıyer, bugün dünyanın en iyi 100 tasarımcısından biri kabul ediliyor. Albert Einstein’ın “Hayal gücü bilgiden önemlidir. Bilgi sınırlıdır, hayal gücü dünyayı kuşatır” sözünü doğrularcasına, Aziz Sarıyer içindeki hayal gücünü kullanarak dünyayı yeniden şekillendiriyor.

Bugün dünyaca ünlü Moroso, Zeritalia ve Cappellini firmalarına tasarım yapan Aziz Sarıyer, Ron Arad, Karim Rashid, Christophe Pillet gibi büyük tasarımcılarla aynı kulvarda yer alıyor. Wallpaper, Frame, Interni gibi dünyanın en önemli tasarım dergileri sayfalarını onun işlerine sonuna kadar açarken, Derin Design markasını taşıyan mobilyalar dünyanın 45 ülkesinde satılıyor!

Yaratıcı olmak için okullu olmaya gerek yok. Bu yüzden, dünyanın dört bir yanındaki tasarım okullarındaki öğrencilere “hayal gücü ve yaratıcılık dersi” verilmez. Öğrencilerin bu yetilere sahip olmaları umulur...

Türk tasarımında belirgin izler bırakan Aziz Sarıyer’in “Tasarım yapmak bana oyun oynamak gibi geliyor, mutlu ediyor. Hayatı gözlemliyorum” diye tanımladığı endüstri tasarımı aslında hayatımızın tam içinde yer alıyor.

Kimimiz onu görmüyor, hissetmiyor, kimimiz içinde yaşıyor. Şöyle bir düşünün, kullandığınız eşya, sorununuza çözüm üretmediğinde hayallerinizde onu nasıl daha fonksiyonel hale getirdiğinizi... Ya da o eşyayı almayıp kendi tasarladığınız ürünü ustasına biraz daha fazla para vererek yaptırdığınızı... Evet, siz bir ürün tasarladınız! Bu bir gardırop veya kanepe olabilir ve hatta size sıradanmış gibi gelebilir ama hayal gücünüzü kullandınız ve siz de bir tasarım yaptınız!

Cuma, Ağustos 12, 2005

Gülümseyen tasarımlar

Stefano Giovannoni’nin imzasını taşıyan saklama kabı.


Gündelik hayatımızda karşılaştığımız yüzleri tasarıma çeviren tasarımcılar, stiller, eğilimler ve kuralları önemsemeyerek dekorasyona espri katıyor.


İnsanı gülümseten, neşelendiren hatta ev dekorasyonuna biraz espri katan tasarımlar, hayatımızın vazgeçilmezi oldu. Tasarıma mizah katan tasarımcılar ürün ile kullanıcı arasında psikolojik bir bağ kurmak istiyor. Kullanıcının hayal gücüne odaklanan bu objeler, tasarımcının basit detaylarıyla yaşayan bir ürün oluyor. Örneğin kollarının kullarak işlev kazanan, küçük bir kız çocuğu formundaki tirbüşon, gazete okuyan adam formundaki lamba gibi...

Mimarlar, evini dekore edenlere “Yaşadığınız mekâna karekterinizi yansıtın” diye öğüt verir. Eğer çocuk ruhlu ya da eğlenceli bir karakteriniz varsa ne yapacaksınız? Çözümü kolay, tasarıma mizah katan Alessi, Koziol, Black&Blum gibi firmalar bu soruya çoktan bazı cevap ürettiler bile... Alessandro Mendini, Stefano Giovannoni, Martin Blum gibi tasarımcıların imzasını taşıyan bu ürünler, mekâna neşe kattığı gibi tasarımcının da zekâsını ve mizahi yönünü ortaya koyuyor. Türkiye’ye baktığınızda belki yurtdışındaki kadar çok isim sayamayız fakat Reha Erdoğan, İnci Mutlu gibi tasarımcılar, bu alanda ün kazanmış Avrupalı tasarımcılar arasında başarılarını ortaya koyuyorlar.

1990’larda satışı çok az olan, 2000’li yıllarda önemsenen ve dekorasyon piyasası içinde ciddi bir pazar oluşturan bu tasarımlar, aslında kullanıcının psikolojik beklentilerine cevap veriyor. Gündelik hayatımızda karşılaştığımız yüzleri ürüne çeviren tasarımcılar, dekorasyonu belli kalıplardan çıkarıp, ona eğlence katıyor. Ünlü tasarımcıların imzasını taşıyan tasarımlar, elbise askısından tuvalet fırçasına, mama kabından CD’liğe kadar geniş bir yelpazede sunuluyor.

Black&Blum bu esprili askısı bir karı kocanın yaşantısını irdeliyor.
Vidanın çizgisinin yeri değiştikçe suratlarının ifadesi değişiyor.


Bu eğlenceli oyuncaklar, aslında “fanatik” diyebileceğimiz kitleye sahip. Türkiye’de Koziol, Budun Design, Karınca, Inside ve Decorum gibi çeşitli mağazalarda sevimli formları gibi uygun fiyatları ile dikkat çeken bu tasarımlar, evinizin dekorasyonuna basit ama etkili bir görümüm kazandırır. Örneğin çok sıkıldığınız banyonuzu günümüz şartlarında yenilemek, 4-10 milyar arasında bir paraya mal olur. Bu fiyatı ödemeden, daha ucuza ufak tefek değişikliklerle yani esprili tasarımlarla hareketlendireceğiniz banyoyu, renkli fayans süsleri ve sevimli aksesuarlarla yenileyebilirsiniz. Aynı çözümü mutfağa, yatak odasına yani evinize, ofisinize her yere uygulayabilirsiniz. Fakat bu tarz bir dekorasyona yöneliyorsanız, seçtiğiniz ürünlerin abartılı olmamasına dikkat edin. Evin içine doğru bir şekilde dağıtılmış ürün, kendini gösterdiği gibi mekânın tarzını yansıtır. Sizin için sevimliliğini iki yıl sonra da devam ettiren, yenilenen mekân renklerine ve stiline uyum sağlayan objeler seçmeyi unutmayın.

Perşembe, Ağustos 11, 2005

Tasarım sihirbazı: Tord Boontje


Eski ile yeniyi, doğal olanla teknolojiyi bir araya getirmesi ile tanınan Tord Boontje, tasarımlarıyla gotik tarzın bilinmeyenlerine romantik bir yolculuk yapıyor.


“Eğer alışıldık şeyler yapmak isteseydim, bu yaptıklarımı yapmazdım” diyen kim sizce? Tasarıma gotik çizgileriyle büyü katan kim? Tabii ki bu yıl Milano Uluslararası Mobilya Fuarı’nın en yaratıcı ve şaşırtıcı ismi Tord Boontje.

Kumaşa renk ve kesim konusunda araştırmacı ve sınırları zorlayan bir yaklaşım getiren Tord Boontje, Hollanda’da 1968 yılında doğdu. Kimine göre tasarımın dâhisi, kimine göre de çılgın bir kâşif. Doğal motiflerle ileri teknolojiyi ve endüstriyel malzemeleri birleştirerek, hayranı olduğu 17- 18. yüzyılın romantizmini yakalamış. Özellikle son iki yıl Moroso ile büyük bir başarı yakalayan Tord Boontje, Dartington Crystal için vazo koleksiyonu, moda tasarımcısı Alexander McQueen için gözlük, Habitat ve Authentics firması için avize tasarlıyor.

2003'te Milano Mobilya Fuarı'nda yılın tasarımcısı seçildiği proje Inflorescence ile Tord Boontje, binlerce insanı peşinden koşturan bir isim. Tord Boontje, tasarladığı ürünlerle "bekleme listesi" yaratıyor. Organza, alkantara, dijital baskılar, deri, pilili, işlemeli ve lazer kesim kumaşların kullanıldığı tasarımlarında eski ve yeninin, doğallık ve teknolojinin tören geçidi gerçekleşiyor. Kızının doğumuyla tasarıma bakışında bir yenilenme olduğunu belirten Boontje, önümüzdeki yaz ailesi ile beraber Londra’nın kasvetinden kurtulup Fransa’nın Lyon şehrinde bir köye taşınıyor. Neden mi? Tabiata yakın, kızı ile beraber oyunlar oynayarak yaşamak istiyor...

Hollanda’da Eindhoven Tasarım Akademisi’nde endüstri tasarımı okuduktan sonra 1992’de Londra’daki Royal College of Art’a geçen ve ilk çalışmalarını ortağı Emma Woffenden ile birlikte yeniden dönüştürülmüş alternatif malzemelerle gerçekleştiren Tord Boontje, New York, Londra, Milano gibi tasarım dünyasının merkezlerinde pek çok sergi açtı. Blueprint, Dedalus Tasarım Yarışması ve Elle Decoration Uluslararası Tasarım Yarışması gibi organizasyonlarda birçok kez yılın tasarımcısı seçildi.

Kuruluma hazır mobilyalar (Rough and Ready) ve ortağıyla kurduğu TranSglass firmasında ürettiği geri dönüşümlü hammaddeden üretilen cam şişeler, Boontje’nin herkese ulaşabilen yanını simgeliyor. Tasarımcının kariyer basamaklarında yer alan, ünlü mücevher ve kristal üreticisi Swarovski için gerçekleştirdiği “Blossom Chandelier”, müzikli avize “Ting Ting Ting”, ve Victoria and Albert Museum için tasarladığı devasa kristal avize, ona şöhretin kapılarını ardına kadar açan en önemli adımları oluşturmuş.

Boontje, çiçek şeklinde kesilmiş desenlerle ürünlerinde romantizmi yakalamayı başarıyor. Belki bu tasarımlara ulaşmak bizim için zaman alacak ama sandıklarda saklanan o güzel, el işçiliği örülen dantelleri gün ışığına çıkarıp, yaşadığınız mekânda romantik bir atmosfer yakalayabilirsiniz...